İSPANYA-Madrid-Barcelona

25 Nisan 2016,

Salı günü, sabah erken saatlerde uçağa binip Madrid’e doğru yola çıktık. Yanında kalacağımız arkadaşımız bizi havaalanından almaya geldi. Evi havaalanına çok yakın olduğundan toplu taşıma kullanmadık. Öğle yemeğimizi evde yiyip hızlıca metroya bindik ve Madrid’te keşif turuna çıktık . İlk gittiğimiz yer Plaza de Mayor (Mayor Meydanı) idi. Burada dolaşırken, meydana bağlanan sokaklarda, evlerin arasında kaybolduk. Yürürken “Mercado” çıktı karşımıza; üstü kapalı, etrafı camlarla çevrili bu kocaman yiyecek pazarı, İspanyol mutfağından birçok yiyeceği bir arada görebileceğiniz bir zenginliğe sahipti. İçerde, ayaküstü tapas (ekmek dilimleri üzerine çeşitli malzemeler konularak yapılan geleneksel bir İspanyol lezzeti) yiyip, içkinizi yudumlayabileceğiniz bar görüntüsünde küçük yerler vardı. İçerisi oldukça hareketli, kalabalık ve keyifliydi. Mercado’da tanesi 1 EUR olan tapasları bir tabağa koydurup, istediğiniz kadar yiyebilirsiniz. Biz de tapaslardan seçip, keyifle yedik. Çok taze oldukları için oldukça lezzetliydiler. Akşam arkadaşımızla buluşup, eve yollandık. Metro biletlerimizi, ekonomik olması için 10 geçişli aldık. Biletin değeri 12 EUR. Şehre inerken metro kullandığımız için bu biletler çok avantajlı oldu. Akşam, evinde misafir olduğumuz arkadaşımız, bize Meksika takosu yaptı. Keyifle onu yedik. O gece çok yorgun olduğumuz için erkenden uyuduk.

Ertesi gün tüm günümüzü Madrid’in ve Avrupa’nın en önemli müzelerinden biri olan Prado Müzesi’nde geçirmeye karar verdik. Müzeye gidebilmek için, metro durağı olarak, Banco de Espana’da indik. Durağın çıkışı bizi Madrid’in bir başka ünlü meydanına, Plaza de Cibelles’e (Kibele Meydanı) çıkardı. Meydan adını, burada bulunan ünlü heykel, çeşme ve saraydan almış. Palacio de Cibeles (Kibele Sarayı) çeşitli sergilerin ve etkinliklerin yer aldığı bir kültür merkezi haline dönüştürülmüş.

Neo klasik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan saray binası oldukça etkileyiciydi. Tavan vitrayları çok güzeldi. Altı katlı binanın her katında, dönemsel olarak içeriği değişen farklı farklı sergiler vardı. Oradan çıkıp yürüyerek, Kibele Sarayı ile aynı hizada olan Prado Müzesi’ne ulaştık.

Prado Müzesi, krallık koleksiyonlarının biraraya getirilmesi ile oluşturulmaya başlanmış ve dünyanın en önemli müzeleri listesinde yer alıyor. Resimden heykele ve kişisel eşyalara kadar bir çok sanat eserinin bulunduğu bu dört dörtlük müzeden gerçekten çok etkilendik. Broşürlerde yer alan “görülmesi gereken 10 eseri” görüp, gezimizi tamamladık. Çocuklar, ne kadar yorulsalar da eserleri görme heyecanıyla bir tam gün bizimle gezmeyi başardılar. Bizi en çok etkileyen tablo, Hollandalı ressam Bosch’un 1503-1504 yıllarında yapmış olduğu “Dünyevi Zevkler Tablosu” oldu. Hatta onun bir kağıt kopyasını evimize aldık. Prado Müzesi giriş ücreti 1 kişi için 25 EUR. Bu ücrete, sergilenen eserler hakkında ayrıntılı bilgilerin yer aldığı müze kitabı da dahil. Eğer çok sayıda bilet alacaksanız, bir tanesini bu şekilde almanızı tavsiye ederim. Müzeyi gezerken merak ettiğimiz tüm bilgilere kitap sayesinde kolayca ulaştık. Çeşitli dillerde baskısı bulunan (ama ne yazık ki Türkçe baskısı olmayan) kitabın müze mağazasındaki fiyatı ise 16 EUR. Ayrıca 6 EUR karşılığında “audio guide” (sesli elektronik rehber) alabilirsiniz. Üstelik, 1 “audio guide” ın yanında, sınırlı sayıda tablonun anlatıldığı, çocuklara uygun bir “audio guide” da ücretsiz veriliyor. Çocuklar tüm gün “audio guide” larla müzeyi gezdiler. İngilizcesini çoğu zaman az anlasalar da, arada kitaptan yaptığım çevirilerle onları destekledim. Müze gezmek çocuklar için yorucu olsa da, sanat ile iç içe bir gün geçirmenin onların hayatında bir farklılık yarattığını düşünüyorum. O gün, öğle yemeğimizi müzenin kafeteryasında birşeyler atıştırarak geçirdik. Akşamsa, çok yorgun bir şekilde arkadaşımızın evine döndük. Arkadaşımız yemeğin yanına çok güzel bir İspanyol tortillası yaptı. Keyifli bir yemek yedik. Hatta şimdi size kısaca Tortilla’nın tarifini verebilirim: Yarım soğanı küçük ve ince olarak doğrayıp, 3 patatesin kabuklarını soyarak, ograten yapacakmış gibi küçük küçük kesiyor ve hep birlikte tereyağında kavuruyorsunuz. Patatesler yumuşadıktan sonra, 3 yumurtanın sarısını çırparak tavaya ekliyorsunuz. Yumurta pişince çevirip tersyüz ediyorsunuz. Nefis İspanyol Tortillası, yemeye hazır hale gelmiş demektir.

Ertesi günkü programımız, eski bir Ortaçağ kasabası olan Toledo’yu ziyaret etmekti. Toledo, Madrid’e 70 km uzaklıkta bir kasaba. Sabah 10.30 trenine binmeyi planlayarak yola çıktık. Yine metro kullanarak, Toledo’ya gidecek trenlerin olduğu gara gittik. İndiğimiz durağın adı “Athocha renfe” idi. Burada, garın içinde ilerlerken biraz zaman kaybettik. İspanya’da insanlar maalesef çok az İngilizce biliyor. Bu yüzden bilgi alabilmek için bayağı zaman kaybettik. Metrodan çıkışta ilk kuyrukta biraz bekledik, fakat öğrendik ki burası Toledo seferleri için bilet alınan kontuar değilmiş. Sonra bizi, garın sağına doğru bilet satışı yapılan başka bir yere yönlendirdiler. Orada yine kuyrukta bekleyip de sıramız geldiğinde saat 11.30’a bilet kalmadığını öğrenince büyük hayal kırıklığına uğradık. Ama bu bize, tüm seyahat ile ilgili biletleri o şehre varınca internet üzerinden almamız gerektiğini iyice öğretmiş oldu. Toledo’ya, mecburen 12.30 treniyle gitmek zorunda kaldık. Biletlerimizi de, dönüşte herhangibir sorun yaşamamak için, gidiş-dönüş olarak kestirdik. Biletleri bu şekilde almak, fiyat açısından da bir indirim sağlıyor. Bu arada bilet fiyatları büyükler için 12,90 EUR, çocuklar için 7,75 EUR. Toledo’ya yolculuk, Madrid tren istasyonundan tam 1 saat sürdü. Toledo tren garı şehir merkezinin biraz uzağındaydı. Merkeze ulaşmak için, yokuş yukarı 20-25 dakika kadar bir yol yürümemiz gerekti. Toledo, UNESCO dünya mirası listesinde yer alan bir kasaba. Kasaba tarih akışı içinde hem müslümanlara, hem de hıristiyanlara ev sahipliği yapmış. Tarih boyunca önemli bir dini merkez olma özelliğini sürdürmüş. Toledo, cami, sinagog ve katedralin bir arada bulunduğu bir kasaba. Biz, üçünü de gezmeyi ihmal etmedik. Tüm bu yerlerin girişi, 10 yaş altı çocuklar için ücretsiz. Toledo’nun en büyük katedrali olan Toledo Katedrali, Ortaçağ Gotik Mimarisi’nin en çarpıcı özelliklerini yansıtıyor. Gerçekten gezilmeye değer bir yer. 1227 yılında inşasına başlanılan katedrale, yüzyıllar boyunca eklemeler yapılmış. Ana şapelin inşasına 1498 yılında başlamış ve tamamlanması tam 6 yıl sürmüş. 6 değişik mimar, zaman içinde farklı katkılar sağlamışlar. İçeride her köşede farklı bir yapıt ile karşılaşıyorsunuz.

Toledo’da ayrıca, Yunan asıllı ünlü İspanyol ressam El Greco’nun yaşamış olduğu, şimdi müze olan evi gezdik. El Greco’nun bazı tabloları da burada sergileniyor.

Öğle yemeğimizi Lacave isimli bir restoranda yedik. Restoran, eski bir mağaranın hayat bulmuş şekliydi ve içinde kendilerine ait bir şarap mahzeni vardı. Öğlenleri 2 çeşit menü alternatifi sunuluyordu. Fiyatı 11,95 EUR olan menülerde ana yemek, ara sıcak, salata ve tatlı mevcuttu. Biz 2 menü alıp çocuklarla paylaştık. Ana yemekte lazanya ve kılıç balığı (cold fish) vardı. Fakat, biz ana yemekten çok ara yemekleri beğendik. Lazanyayı beğenmedik. Çocuklar için ortam değişik bir tecrübe oldu.

Toledo’dan ayrılmadan önce, hediyelik birşeyler de almak istedik. Burası, çelik bıçakları ile ünlü bir şehir. Yemek yapımına düşkün ve meraklı bir aile olduğumuz için, sevdiklerimize mutfak için çelik bıçaklar aldık. Sonra da akşam geç bir saatte Madrid’e geri döndük.

Toledo’yu gezmek yorucu olduğu kadar da keyifliydi de. Yokuşları, inişleri, çıkışları ve sürpriz sokaklarıyla, gün içinde dinlenmemize hiç fırsat vermedi. Zamanımız sınırlı olduğu için, akşam yemeğini tren garına yakın bir yerde pizza ile geçiştirdik. Yine önce tren, sonra metro kullandık.

Cuma günü Madrid’te son günümüzdü. Geldiğimiz günden beri çok yorulduğumuz için, o sabah geç kalkıp, arkadaşımızla uzun bir kahvaltı yaptık. Sonra da, siesta zamanını parkta geçirmek için hep birlikte metroya doğru yola çıktık. Velasquez durağında inerek Goya caddesinde bir yürüyüş yaptık. Goya caddesi, Madrid’in en hareketli caddelerinden biri. Alışveriş meraklılarının uğrayabileceği bir yer. Tüm mağazalar ve İspanya’nın en büyük zincir mağazası “El Corte Inglés” de bu cadde üzerinde.

İspanya’da öğle tatili 2 saat olduğu için, öğle tatillerinde insanları dışarda görebiliyorsunuz. Herkes sandviçini alıp, Madrid’in en popüler parkı olan “El Retiro Park”a gidebiliyor. Park oldukça büyük. İçinde kayıklarla gezebileceğiniz bir gölet bile var. Biz de sandviçlerimizi alıp, çimenlerde keyifli bir zaman geçirdik. Sonra tekrar metroyla eve dönüşe geçtik. Çocuklar arkadaşımızın evinin yakınındaki parkta bisiklete binip, basketbol oynayarak çok eğlendiler. İspanya’da yapılaşma enine doğru. Tüm tatilimiz boyunca hiç yukarı doğru yükselen bina görmedik. Madrid ortalama 6 milyon nüfusa sahip bir şehir. Bunun sadece yarısı merkezde yaşıyor. Akşam, arkadaşımızın evinin yakınında bulunan, bir alışveriş merkezindeki Arjantin restoranına hep beraber yemeğe gittik. Yemek çok lezzetliydi. Değişik şekillerde marine edilmiş etleri, şişleriyle birlikte servis ettiler.

Ertesi gün artık Barcelona’ya doğru yola çıkacaktık. Arkadaşımız biletlerimizi daha önce internet üzerinden almıştı. Trenimiz saat 6.20’deydi. Yine trenimize son dakika yetiştik. Barcelona-Madrid arası, hızlı tren ile tam 2 saat sürdü. Barcelona için, booking.com dan, “Passeig de Gracia” caddesi üzerinde bir ev için rezervasyon yapmıştık. Kaldığımız ev, şehrin en lüks caddelerinden birinin üzerinde bir çatı katı daire idi. Merkezdeydi. Barcelona’da trenden inince hemen 2 günlük metro pası aldık. Bu bilet ile istediğiniz her türlü ulaşım aracını kullanabilir ve hatta havaalanına transfer bile yapabilirsiniz. 2 günlük süre için en ekonomik ulaşım ücreti buydu. Sınırlı zamanımız olduğu için her şeyi hızla yapmak zorundaydık. Önce eve gidip, valizlerimizi bıraktık. İlk durağımızı, La Sagrada Familia Bazilikası olarak belirledik. Madrid ve Barcelona’da metro ile her yere ulaşım gerçekten oldukça kolaydı.

La Sagrada Familia’ya vardığımızda, bazilikanın görkemi karşısında dilimiz tutuldu. Giriş için uzun bir kuyruk vardı ve tüm hafta sonu biletleri bitmişti. Barcelona’ya gidenler için en önemli önerim, gideceğiniz yerin biletlerini önceden almayı ihmal etmemeniz. Bizim gibi hafta sonu ve ulusal bir tatile denk gelirseniz, zamanınız sınırlı ise bilet bulmanız mümkün olamayabiliyor. La Sagrada Familia, Barcelona’nın en ünlü mimarı Antonio Gaudi’nin eseri. Gaudi, bu eseri ölümüne kadar bitirememiş. Yıllar içinde bazilikanın inşasına devam edilmiş ve Gaudi’nin hayal edip tasarladığı şekilde bitirilmeye çalışılmış. Bazilika’yı dışardan görüp, hemen Park Guell’e geçmeye karar verdik. Park Guell, Gaudi’nin en önemli eserlerinin içinde yer aldığı bir park. Eusebi Guell, 17 hektarlık araziyi, içine 50’den fazla ev yapmak için satın almış. Mimar olarak Gaudi’ye bu alanı teslim etmiş, fakat proje tamamlandığında bir ev bile satılamamış. Daha sonra Guell’in varisçileri parkı belediyeye satmış ve belediye de bu alanı parka çevirerek, ziyarete açmış. Çocuklar için bu parkı gezmek bir masalın içinde dolaşmak gibi. Parktaki eserler yapılırken Hansel ve Gretel’in sahneleniyor olması Gaudi’yi etkilemiş. Parkın girişi ücretli. Biz La Sagrada Familia’da yaşadığımız durumun aynısını burada da yaşadık. Park Guell ‘de maalesef eserlerin olduğu kısmı gezmek için de biletler tükenmişti. Bugün için biletler satışa sunulmuş ve yeni ziyaretçilere park kapalı idi. Biz de 5,5 EUR karşılığında, açık olan ve bilet bulabildiğimiz Gaudi’nin evini gezmeye karar verdik. Ev, dış cephesi ve iç mimarisi açısından farklı yumuşak ve keyifli çizgilere sahipti. Ayrıca Gaudi’nin ergonomik olarak tasarlanmış sandalye ve koltuklarından örnekleri de görme fırsatı bulduk. Yine de diğer eserleri göremediğimiz için üzüldük. Parkın, akşam 20.30’dan sonra tüm ziyaretçilere ücretsiz olduğunu öğrendik. Biz de, Gaudi’nin evini gezdikten sonra tüm eserlerini görebilmek için akşam 20.30’da parka tekrar gelmeye karar verdik. Aradaki zamanı ise, Barcelona limanındaki, “La ramblas” isimli, eski kentin binalarının olduğu caddeye giderek geçirmeye karar verdik. Guell Parkı’na metroyla geldik, fakat parkın girişine ulaşmak için 20 dakika yokuş yukarı yürümek zorunda kaldık. Merdivenler çok fazla, arada açık havada yürüyen merdivenler mevcut. Yürüyen merdivenler olmasa parka ulaşmak çok zor olabilir. Ben ilk defa sokakta, açık havada yürüyen merdiven gördüğüm için etkilendim. Parka girdikten sonra, aslında en akıllıcasının üst kapıdan girmek olacağını anladık. Üst kapıya toplu taşıma ile ulaşabilmek için otobüs kullanmak gerekiyor. Bu sebeple “La Rambla”ya gidişi, 24 numaralı otobüsle Passeig de Gracia’ya gelip, oradan metroya aktararak yaptık. Metroda “Drassan” durağında indik. Bu durağın “porte” çıkışından çıkınca, Port Vell limanına ulaşmış olduk. Limanda Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden sonra Barcelona’ya dönüşünü simgeleyen bir heykeli var. Dilerseniz anıtın tepesine asansör ile çıkıp, Barcelona’yı buradan seyretmeniz mümkün. Biz parka geri döneceğimiz için bunu gerçekleştiremedik.

Limanın sonunda, içinde birçok restoranın da bulunduğu bir alışveriş merkezi var. Bizse akşam yemeğimizi limanda, hızlıca yiyip kalkabileceğimiz Fresh&Co adlı bir restoranda yedik. Yemekler çok başarılı olmasa da fiyatlar uygun: Çorba, pizza, spagetti, et, meyve, tatlı ve içecek her şeyden istediğiniz kadar yiyerek, sadece 11,95 EUR ödeyebiliyorsunuz. Çocuklar içinse aynı menü sadece 5 EUR. Akşam yemeği faslı bittikten sonra tekrar La rambla yönünde yürüyerek caddede sokak dükkanlarından ufak hediyelik eşyalar aldık. Eski Barcelona evlerinin yer aldığı kalabalık bir cadde olan La Rambla, Barcelona’nın simgelerinden biri. Kristof Kolomb heykelinin önünde bulunan cadde girişinde, bir sürü canlı heykel var. Canlı heykellerle fotoğraf çektirdik. Çocuklar öyle bir deneyimi de ilk defa yaşadılar.

Akşam tekrar 24 nolu otobüs ile Guell Parkı’na gittik ve gündüz göremediğimiz tüm Gaudi eserlerini ücretsiz gezebildik. Saat tam 20.30’da orada olursanız aydınlık havada tüm eserleri hızlı bir turla görmeniz mümkün. Biraz daha gecikirseniz, hava kararacağı için birçok eseri görme şansınız olamayabilir. Park turundan sonra çok yorgun bir şekilde 24 nolu otobüs ile Passeig de Gracia’daki evimize döndük.

Ertesi sabah, çocuklar babalarıyla Nou Camp Stadyumu’na gidecekleri için ben onlardan ayrıldım. Futbola ilgim olmadığı için, bu turu ailenin geri kalan kısmı gerçekleştirdi. Futbola ilgisi olanların bu turu gerçekleştirmesini öneririm. Nou Camp, Barcelona Spor Klübü’ne ev sahipliği yapan stadyum. Stadyumu gezmek için girişte bir tur almışlar. Çocuklar döndüklerinde bu geziyi yaptıkları için mutluydular.

Burada kahvaltımızı iki sabah üst üste, Quo quo isimli, Passeig de Gracia üzerinde bir restoranda yaptık. Ben, Gaudi’nin eserlerinden, Passeig de Gracia üzerindeki evini görmeye gittim. Gaudi’nin başyapıtlarından biri olan Casa Battlo, gerçekten görülmeye değer bir ev. Az zamanım ve uzun bir kuyruk olduğu için girme teşebbüsünde bulunmadım. Gaudi’nin görülmeye değebilecek diğer 6-7 eseri Barcelona’da halka açık, fakat bu saydıklarımın girişleri ücretli ve önlerinde uzun kuyruklar mevcuttu. Bu yüzdem de biz ne yazık ki kısa sürede bunları gezmeyi başaramadık. Evimizde bulunan raklet aletini kullanabilmek için peynir alma işini sona bırakmıştım. Bunun için hızla La Rambla Caddesi’ne yöneldim. Fakat Pazar günü İspanya’da her yer kapalıymış. Bunu atladığım için maalesef peynir filan alamadıysam da, bu sayede La rambla üzerinde büyük bir yiyecek marketi keşfettim. Marketin adı La Bouqeria. Sonradan yaptığım araştırmalarda, görülmeye değer bir pazar olduğunu fark ettim. Bir dahaki Barcelona gezimde atlamamaya karar verdim. Siz de muhakkak bu pazarı gezip, farklı bir deneyim yaşamayı ihmal etmeyin derim. Sonra, Passeig de Gracia’ya dönüp ailenin diğer üyeleri ile buluştum. 2 günlük metro paslarımız ile havaalanına gitme şansımız olduğu için başka bir transfer aracı kullanmadık. Eşyalarımızı, yine Passeig de Garcia üzerinde, metro istasyonuna yakın bir valiz emanetçisine bırakmıştık. Oradan valizlerimizi alıp metro ile aktarma yapabildiğimiz tren istasyonuna ulaştık. Trene binip havaalanına vardık. Havaalanına böyle bir ulaşım yolu tercih edecekseniz, yeterli zaman ayırmanızı öneririm. İnsanlar hem dil sorunu, hem de bilgi eksikliği yüzünden maalesef çok da yardımcı olamıyorlar.

Barcelona gerçekten de çok yaşanılası, keyifli bir şehir. Bir başka zaman tekrar gidebilmek üzere İspanya ile vedalaştık.